6 Ekim 2008 Pazartesi

Uzman Klinik Psikolog Serhat Türktan - Eskişehir

http://www.tavsiyeediyorum.com/psikolog_7548_serhat_turktan.htm

1970 yılında Eskişehir’de doğdu.
 1996 yılında Boğaziçi Üniversitesi’nde Psikoloji lisans eğitimini ve 2003 yılında Boğaziçi Üniversitesi Klinik Psikoloji yüksek lisans eğitimini tamamladı.
İstanbul Psikodrama Enstitüsü'nde 600 saatlik Psikodrama Grup Terapisi eğitimi, Çocuk Psikodraması eğitimi, ve Ankara Omni Hipnoz Akademisi'nde 60 saatlik Hipnoterapi eğitimi aldı. Alanında uzman birçok psikoterapistten süpervizyon aldı ve çok sayıda meslekiçi eğitim çalışmasına katıldı.
1999 depreminden sonra yurtdışından gelen uzmanların verdiği “Travma-Psikolojik Kriz Yönetimi” ile ilgili eğitim çalışmalarına katılıp deprem bölgesinde gönüllü çalışmalarda yer aldı.
2004 yılına kadar İstanbul'da çeşitli eğitim kurumlarında ve psikolojik danışmanlık merkezlerinde ergenler ve yetişkinlere yönelik psikolojik danışmanlık, psikoterapi, ve psikodrama grup terapisi hizmeti verdi.
2004'den beri Eskişehir'de aile danışmanlığı, psikolojik danışmanlık, psikoterapi, hipnoterapi, ve psikodrama grup terapisi hizmeti vermekte, ve “aile içi iletisim, çatışma çözümü” konularında ebeveynlere yönelik eğitim çalışmaları yürütmektedir.
Adres/Tel:
ÖZEL ESKİŞEHİR AİLE DANIŞMA MERKEZİ
İsmet İnönü (Doktorlar) Cad. Yonca Apt./Pasajı (tramvay durağı arkası) Kat:2 Daire:5
ESKİŞEHİR
0222 2202525 - 0533 4647497
www.eskisehirailedanisma.com


AYRINTILI ÖZGEÇMİŞ:

EĞİTİM:

**KLİNİK PSİKOLOJİ - YÜKSEK LİSANS (MA)
(2003, Boğaziçi Üniversitesi)
TEZ KONUSU: Kısa Süreli Yarı Yapılandırılmış Destek Gruplarının Üniversite Birinci Sınıf Öğrencilerinin Üniversiteye Uyumları Üzerine Etkisi ve Grup Sürecindeki Terapötik Faktörler
TEZ DANIŞMANI: Yrd.Doç.Dr. Serra Müderrisoğlu

*********************************************

PSİKOLOJİ - LİSANS (BA)
(1996, Boğaziçi Üniversitesi)

*********************************************

PSİKODRAMA GRUP PSİKOTERAPİSİ
(2000-2006, İstanbul Psikodrama Enstitüsü)
Tez Konusu: Psikodramada Tele–Aktarım İlişkisi ve Roller

**ÇOCUK PSİKODRAMASI
(2000, İstanbul Psikodrama Enstitüsü)

**BİREYSEL PSİKODRAMA
(2002, İstanbul Psikodrama Enstitüsü)

*************************************************

TEMEL VE İLERİ HİPNOTERAPİ EĞİTİMİ
(2007, Ankara Omni Hipnoz Akademisi)

*************************************************


İŞ DENEYİMİ:
- Eylül 1996-Temmuz 1997 tarihlerinde Nesin Vakfı'nın çocuk yurdunda (Çatalca) eğitimci, psikolojik danışman ve yönetici olarak çalıştı.
- Temmuz 1997-Kasım 1998 tarihlerinde Kuleli Askeri Lisesi'nin (İstanbul) rehberlik servisinde askerlik hizmeti gereği yedeksubay olarak psikolojik danışmanlık yaptı.
- Temmuz 1999-Temmuz 2000 tarihlerinde Özel Amerikan Robert Lisesi'nin (İstanbul) rehberlik servisinde psikolojik danışman olarak çalıştı.
- Mart 2002 - Ağustos 2004 tarihleri arasında Boğaziçi Üniversitesi Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık Merkezi'nde (BÜREM) bireysel/grup terapisi ve psikolojik danışmanlık hizmeti verdi.
- Ocak-Mayıs 2006 - Eskişehir Sakarya Anaokulu'nda yarı zamanlı olarak psikolojik danışmanlık hizmeti verdi.
- Aralık 2005-mAYIS 2008 - RTS YAŞAM Diyaliz Merkezi'nde yarı zamanlı psikolog olarak çalıştı.
- Eylül-Mayıs 2006- Özel EGE Çocukevi'nde yarı zamanlı psikolog olarak çalıştı.

- Eylül 2004'den beri Eskişehir'de kendi psikolojik danışmanlık merkezinde çalışıyor.


GÖNÜLLÜ ÇALIŞMALAR:
17 Ağustos 1999 depreminden sonra İzmit-Derince'de çocuklara, yetişkinlere ve öğretmenlere yönelik psikososyal destek çalışmalarına bir yıl boyunca katıldı.


ALDIĞI SÜPERVİZYONLAR:
- Prof.Dr. Güler FİŞEK (Boğaziçi Üniversitesi klinik psikoloji yükseklisans eğitimi stajı gereği bireysel psikoterapi süpervizyonu, 2001-2002)
- Uzm.Psk.Dnş. Deniz Altınay (İstanbul Psikodrama Enstitüsü, psikodrama grubu süpervizyonu, 2002)
- Doç.Dr. Ali Babaoğlu (BÜREM'de bireysel terapi ve psikodrama grubu süpervizyonu, 2003-2004)
- Uzm.Psk. Yavuz Erten (BÜREM'de bireysel terapi süpervizyonu, 2002-2003)
- Psk.Dr. Zehra Karaburçak (BÜREM'de bireysel terapi süpervizyonu, 2002-2004)
- Yrd.Doç.Dr. Ayten Zara Page (BÜREM'de bireysel terapi süpervizyonu, 2002)
- Psikiyatr Dr. Selim Başarır (BÜREM'de bireysel terapi süpervizyonu, 2004)


MESLEĞE YÖNELİK EĞİTİM ÇALIŞMALARI:
****İsrail'den "Community Stress Prevention Centre" ekibinin "Krize Müdahale-Travma" konulu 4 günlük atelye çalışması (27-30 Ağustos 1999)
****İstanbul Amerikan Robert Lisesi'nde Neylan Özdemir'den 25 saatlik Etkili Aile Eğitimi (Aralık 1999 - Ocak 2000)
****İstanbul Psikodrama Enstitüsü'nün (IPI) düzenlediği, Zerka Moreno'nun liderliğinde 4 günlük yaşantı grubu çalışması (10-14 Ağustos 2000)
****İstanbul Psikodrama Enstitüsü'nün (IPI) düzenlediği, Kate Hudgins ve TSI Action Trauma Team liderliğinde "Therapeutic Spiral Model for Trauma Survivors" konulu 3 günlük yaşantı grubu ve eğitim çalışması (1-3 Eylül 2000)
****İstanbul Psikanaliz Derneği'nin düzenlediği "Sır-Sınır Olarak Beden" konulu Gençlik Üzerine Tartışmalar-III Sempozyumu (15-16 Haziran 2001)
****İstanbul Psikodrama Enstitüsü'nün (IPI) düzenlediği, Marcia Karp'ın liderlik yaptığı 4 günlük yaşantı grubu çalışması (3-6 Ağustos 2001)
****İstanbul Psikodrama Enstitüsü'nde (IPI) Sue Daniel liderliğinde "Rol Kuramı" konulu 2 günlük yaşantı grubu-eğitim çalışması (15-16 Eylül 2001)
****İstanbul Psikodrama Enstitüsü'nde (IPI) Deniz Altınay tarafından verilen "Spontanite Tiyatrosu" eğitimi (Aralık 2000- Haziran 2001)
****İstanbul Psikodrama Enstitüsü'nde (IPI) Neşe Karabekir liderliğinde "Aile Ağacı-Genososyogram" konulu 2 günlük yaşantı-eğitim grubu çalışması(26-27 Ocak 2002)
****I.Ulusal Aile ve Evlilik Terapileri Kongresi, Boğaziçi Üniversitesi (8-10 Mart 2002)
****İstanbul Psikanaliz Derneği'nin düzenlediği "Sıkıntı" konulu Gençlik Üzerine Tartışmalar-III Sempozyumu (31 Mayıs -1 Haziran 2002)
****BÜREM'de Tarık Yılmaz'ın liderliğinde "Krize Müdahale-Travma" konulu 1 günlük eğitim çalışması (6 Haziran 2002)
****BÜPAM'ın düzenlediği, Murat Paker liderliğinde "Travma" konulu seminer çalışması (25 Temmuz 2002)
****İstanbul Psikodrama Enstitüsü'nün (IPI) düzenlediği ve New York Psikodrama Enstitüsü eğitimcilerinin liderlik ettiği "Terapötik Sosyometri" konulu 4 günlük yaşantı-eğitim grubu çalışması (15-18 Ağustos 2002)
****İçgörü Psikoterapi Merkezi'nde Chris Joannidis liderliğinde "Winnicott ve Geçiş Alanı" başlıklı 1 günlük seminer çalışması (10 Kasım 2002)
****İstanbul Psikanaliz Derneği'nin düzenlediği "Psikosomatik Hastalıkların Tanısı" konulu II.Türk-Fransız Rorschach Günleri (13-14 Aralık 2002)
****II.Ulusal Aile ve Evlilik Terapileri Kongresi, Boğaziçi Üniversitesi (7-9 Mart 2003)
****Vamık Volkan Psikanaliz ve Psikanalitik Terapi Çalışma Grubu'nun düzenlediği Psikanalitik Bakış-1/Travma ve Yaratıcılık Sempozyumu, İstanbul (17-19 Nisan 2003)
****Nancy McWilliams tarafından verilen "Kişilik Yapısı ve Psikanalitik Tanı" semineri (20 saat), Düzenleyen: İçgörü Psikoterapi Merkezi ve BÜPAM, Boğaziçi Üniversitesi (12-16 Mayıs 2003)
****IAGP (International Association of Group Psychotherapy) tarafından düzenlenen 15.Uluslararası Grup Psikoterapileri Kongresi -Grete A. Leutz ve Maurizzio Gasseau liderliğinde "Dreams and Imaginations in Psychodramatic Group Psychotherapy" konulu 12 saatlik kongre öncesi yaşantısal çalışma grubu (23-24 Ağustos 2003)
****IAGP (International Association of Group Psychotherapy) tarafından düzenlenen 15.Uluslararası Grup Psikoterapileri Kongresi (25-29 Ağustos 2003)
****Kültegin Ögel tarafından verilen "Madde-Alkol Bağımlılığı" konulu eğitim (10 saat).Düzenleyen:BÜREM, Boğaziçi Üniversitesi (Haziran 2004)
****III.Işık Savaşır Klinik Psikoloji SempozyumuTürk Psikologlar Derneği (Mayıs 2007)
****"Psikodramada Aile ve Çift Terapileri" konulu konferans (16 saat)İstanbul Psikodrama Enstitüsü (Temmuz 2007)
SEMİNER SUNUMLARI:
****2.Özel Okullar Rehberlik Servisleri Buluşması'nda "Okullarda Rehberlik-Psikolojik Danışmanlık" konulu bildiri sunumu (Nisan 2000)
****Eskişehir Final Dersanesi'nde velilere yönelik "Ergenlerle İletişim Becerileri" konulu seminer sunumu(Nisan 2005)
****Eskişehir Final Dersanesi'nde öğrencilere yönelik "Sınav Kaygısı" konulu seminer sunumu(Nisan 2005)
****Eskişehir Adalet İlköğretim Okulu'nda velilere yönelik "Ailede İletişim Becerileri" konulu seminer sunumu(Mayıs 2005)
****Eskişehir Eylül Özel Eğitim ve Rehabilitasyon Merkezi'nde velilere yönelik "Zihinsel Engelli Çocukların Cinsel Eğitimi" konulu seminer sunumu (Şubat 2006)
****Eskişehir Sakarya Anaokulu ve İki Eylül İlköğretim Okulu velilerine yönelik "Ailede İletişim Becerileri" konulu seminer sunumu (Şubat 2006)
****Eskişehir Özel Ege Çocukevi velilerine yönelik 20 saatlik "Etkili Anne-Baba Eğitimi" (Ekim 2006- Haziran 2007)
****Eskişehir Adımlar Kitabevi’nde anne-babalara yönelik 10 saatlik “Etkili Anne-Baba Eğitimi” (Ocak-Mart 2009)
****Özel Eskişehir Atayurt Lisesi 11.sınıf öğrencilerine yönelik 'Sınav Kaygısıyla Başaçıkmak' konulu seminer
****Tepebaşı MEB'e bağlı çalışan rehber öğretmenlere yönelik 'Sınav Kaygısıyla Başaçıkmak' konulu seminer

İNSAN NEDEN PSİKOLOJİK DANIŞMANLIĞA VEYA PSİKOTERAPİYE İHTİYAÇ DUYABİLİR?

- Kendinden memnun değilse, ve kendini değiştirmek istiyorsa...
- Düşüncelerinde, duygularında, davranışlarında, ilişkilerinde, ve daha genel olarak varoluş biçiminde bir aksama hissediyorsa...
- Mutsuzsa, acı çekiyorsa, uyum göstermekte zorlanıyorsa, huzursuzsa...
- Kendisini daha iyi tanımak ve yaşam kalitesini yükseltmek istiyorsa...

Hemen her insan hayatının belli zamanlarında korkar, üzülür, yas tutar veya yasını tutamaz, yalnızlık hisseder, içinde bir boşluk hisseder, kendini değersiz ve yetersiz hisseder, utanç hisseder, kendine güvenemez, yapabileceğinin en iyisini yapmakta zorlanır, kendi potansiyelinin farkında olmaz, kaygı duyar, değişen çevre koşullarına (iş, şehir, okul değişikliği, vb.) uyum sağlamakta zorlanır, karar vermekte güçlük çeker, ilişkilerinde istediği doyumu bulamaz, umutsuzluğa kapılır, kendini çaresizce hayatın gidişine bırakır, kafasındaki soru işaretleriyle uykusuz kalır, kendisini beğenmez ve kendini değiştirmek ister, pişmanlık hisseder.

Ve bazen, hayatındaki bu zorluklarla mücadelesinde kendisine eşlik edebilecek ve sorunlarına dışardan bir gözle bakarak yardım edebilecek bir uzmanın yardımına ihtiyaç duyar. Bu, kişinin "hasta" olduğu anlamına gelmez. Tam tersine, yardım ihtiyacını farkedip hiç gocunmadan yardım isteyebilmek için, kişinin ruh sağlığının fazla bozulmamış olması gerekir.

Uzman Psikolog
Serhat Türktan

PSİKOTERAPİ VE PSİKOLOJİK DANIŞMANLIK NEDİR?

1) Danışanın kendisini daha fazla tanıyarak kişisel gelişimini ve başetmekte zorlandığı sorunların tüm yönleriyle incelenerek giderilmesini hedefleyen profesyonel bir yardım sürecidir.
2) Haftada bir veya iki kez yapılan 45-90 dakikalık seanslardan oluşur.
3) Kaç seans yapılacağına terapist ve danışan birlikte karar verir.
4) Danışman ile danışan arasındaki ilişki tamamen profesyonel bir ilişkidir.
5) Danışanla ilgili tüm bilgilerin gizli tutulması esastır.
6) Psikoterapi ve psikolojik danışmanlık hizmeti, bu alanda eğitim almış ve uzmanlaşmış psikologlar, psikolojik danışmanlar, psikiyatristler, ve diğer ruh sağlığı çalışanları tarafından verilir.
7) Psikoterapi ve psikolojik danışmanlık sürecinin biçimi, çeşitli ekollere (psikanalitik, dinamik, bilişsel-davranışçı, varoluşçu, vb.) ve terapistin kişisel tarzına bağlı olarak değişiklik gösterebilir.

PSİKİYATRİST KİMDİR? PSİKOLOG KİMDİR? PSİKOLOJİK DANIŞMAN KİMDİR?
-Psikiyatrist, üniversitelerin tıp fakültelerinden mezun olup ‘ruh sağlığı ve hastalıkları’ alanında uzmanlaşan hekimlerin ünvanıdır.
- Psikolog, üniversitelerin Fen-Edebiyat fakültelerine bağlı ‘Psikoloji’ bölümünden mezun olanların ünvanıdır. Bazı psikologlar, yüksek lisans veya doktora eğitimini de tamamlayarak ‘klinik psikoloji, ‘sosyal psikoloji’, ‘gelişim psikolojisi’ gibi alanlarda uzmanlaşmıştır.
- Psikolojik danışman, üniversitelerin Eğitim fakültelerine bağlı ‘Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık’ bölümünden mezun olanların ünvanıdır. Bazı psikolojik danışmanlar, yüksek lisans veya doktora eğitimini de tamamlayarak belli bir alanda uzmanlaşmıştır

Uzman Klinik Psikolog
Serhat Türktan

MÜKEMMEL AİLE !!

Başlık sizi yanıltmasın, bu yazıda “mükemmel” bir ailenin tarifini bulamayacaksınız. “Mükemmel insan” olmadığına göre, “mükemmel ilişki” ve dolayısıyla “mükemmel aile” de imkansızdır. Hatta, “mükemmel insan” ve “mükemmel aile” olmaya çalışmanın beyhude olmaktan öte, sakıncalı olduğunu bile söyleyebiliriz. Çünkü mükemmel olmaya çalışmak, hata yapma korkusunu ve kaygıyı artırarak bizi doğallıktan ve insani özelliklerden uzaklaştırır. Önemli olan, hiç hata yapmamak değil, hatalarımızın ve kör noktalarımızın farkında olarak kendimizi ve aile hayatımızı geliştirmeye çalışmaktır.
Aile sistemi, içinde taşıdığı kişilere güvenli ve sıcak (ya da tam tersine güvensiz ve soğuk) bir ortam sunan bir arabaya benzetilebilir. En lüks arabalarda bile zaman zaman bazı aksaklıklar ortaya çıkabilir, arabanın bazı parçaları bakım ve onarım gerektirebilir. Arabada olduğu gibi, ailede de bu “bakım ve onarım” işlemi ihmal edilirse aksaklık diğer parçaları da etkileyip daha büyük sorunlara yol açabilir.
Aile, bir binaya da benzetilebilir. Dışarıdan görünüşü ihtişamlı veya mütevazi olabilir, ama asıl önemli olan, temeli ve taşıyıcı unsurlarıdır. Binalar da zaman içinde bazı yıpratıcı etkenlerden dolayı güçsüz düşerek “bakım ve onarım”a ihtiyaç duyabilir. Bu “bakım ve onarım” ihmal edildiğinde, aile sistemi de aynı binalar gibi, güçlü bir “sarsıntı” karşısında ayakta duramaz hale gelebilir.

Mutlu ve sağlıklı bir ailenin, şu özelliklere sahip olduğu söylenebilir:
- Üyelerinin herbiri bu aileye “ait” olmaktan dolayı mutludur ve bu aidiyeti bir zorunluluk veya bağımlılık olarak değil, bir “tercih” ve bağlılık olarak hisseder.
- Ailedeki bireyler, tehlikeler ve zorluklar karşısında tüm aile sisteminden destek göreceklerini bilmenin güvencesini ve kendi hayatlarına yön verirken özgür olmanın rahatlığını hissederler.
- Aile üyeleri kendi bakış açılarını “kesin doğru” olarak görmek yerine, kendilerini diğerinin yerine koyarak onunla “empati” kurabilir.
- Aile üyeleri, kendi ihtiyaçlarını, isteklerini, ve duygularını rahatlıkla ifade edebilir; diğerlerinin isteklerine, ihtiyaçlarına, ve duygularına ise kulaklarını kapatmaz. Aile üyelerinin farklı istek ve ihtiyaçlarından kaynaklanan çatışmalar, yapıcı biçimde ve uzlaşmayla çözümlenir. Aile üyeleri, “çözümlenemeyen” çatışmalarda da en azından “anlaşamadıkları” konusunda uzlaşabilir.
- Aile üyeleri, ailenin sorunlarını ve aksayan yönlerini inkar edip görmezden gelmek yerine, bu aksaklıklara yaratıcı ve yapıcı biçimde çözüm bulma arayışına girer.
- Aile sistemi, herşeye rağmen birlikte “varolmak” ve birlikte birşeyler “yapabilmek, üretebilmek” becerisine sahiptir.

Ailelerde genellikle yaşanan sorunlar ise, şu şekilde sıralanabilir:
1) Aile üyeleri arasında iletişim “kopukluğu” ve/ya iletişim “arızaları”
2) Aile üyeleri arasında, kimin “haklı” olduğuna ve kimin dediğinin yapılacağına yönelik yoğun ve yıpratıcı bir “güç mücadelesi”
3) Duygusal paylaşımda sorunlar:
- birlikte geçirilen zamanın kişilere mutluluk ve keyif verememesi (yabancılaşma)
- önemsendiğini, değer verildiğini, sevildiğini, saygı duyulduğunu hissedememek (duygusal açlık) - aile üyeleri arasında empati eksikliği
4) Cinsel sorunlar
5) Eşlerden birinin veya her ikisinin, bir başkasıyla evlilik dışı bir ilişki yaşaması, veya buna yönelik şüpheler (kıskançlık krizleri)
6) Aile üyelerinin, birbirinin davranışlarını ve tercihlerini yönetmeye çalışması (sınır ihlali ve bireysel özgürlüklerin yitirilmesi)
7) Eşlerin kendi anne-babalarıyla, kayınvalide ve kayınpederleriyle, ve diğer akrabalarla ilişkilerden kaynaklanan sorunlar
8) Aile içi roller ve işbölümüyle ilgili çatışmalar
9) Ailenin hayatını ve varolan düzenini değiştiren olaylar (hastalık, maddi sorunlar, ölüm, taşınma, iş değişikliği, doğum, emeklilik, çocuğun evden ayrılması, vb.)
10) Aile üyeleri arasında kişilik ve kuşak çatışmaları 11) Aile içi şiddet, cinsel taciz, alkol, uyuşturucu madde veya kumar bağımlılığı gibi aile düzenine zarar veren davranışlar

Aile içinde yaşanabilen bu sorunlara ilişkin şu noktaları vurgulamakta fayda var:
- Tüm bu sorunların herbiri hem “neden” hem de “sonuç”tur. Yani sorunlar karşılıklı olarak birbirini etkileyebilir.
- Bu sorunları, aile üyelerinden herhangi birisine veya ikisine ait sorunlar olarak değil, tüm ailenin birlikte ürettiği ve birlikte yaşadığı sorunlar olarak görmek gerekir.
- Hiçbir sorun “çözümsüz” değildir. Önemli olan, sorunları inkar edip görmezden gelmek yerine, yaratıcı ve yapıcı biçimde çözüm bulma arayışına girmektir. “Çözüm”, çoğu zaman “varolan durumu ve olayları” değiştirmek yerine, bu duruma ve olaylara farklı bir gözle bakabilmekten geçer.
- İçinde bulundukları “kördüğüm”ün hem yaratıcısı hem de mağduru olan aile üyelerinin iyi niyetli çabaları bu kördüğümün çözülmesi için yeterli olamadığında, “dışarıdan” yardım almaktan çekinmemek gerekir. Unutmamak gerekir ki yeterince güçlü, sağlıklı, ve kendine güvenen kişiler ve aileler “yardım istemek”ten gocunmaz.

Uzman Psikolog
Serhat Türktan

ÇOCUKLARIN TEMEL PSİKOLOJİK İHTİYAÇLARI

Çocukların psikolojik ihtiyaçları temel olarak şunlardır:

- Güvenle sığınabileceği ve destek alabileceği, sağlıklı ilişkilerle örülmüş bir aile ortamı (aile içinde büyük kavgalar, düzensiz ve güvensiz bir aile ortamı, kopuk ilişkiler, temel maddi ihtiyaçların karşılanamaması gibi durumlar çocukta “dünyanın güvenli bir yer olduğu” duygusunu zedeler)

- Başarılarının ve becerilerinin görülmesi/farkedilmesi; yetişkinlerin (özellikle de anne-babasının) onu takdir etmesi, beğenmesi, ona güvenmesi

- Hatalarına ve tökezlemelerine anne-babasının hoşgörü göstermesi ve kendi becerilerini geliştirebilmek için onu cesaretlendirmeleri

- Duygularına ayna tutulması ve anlamlandırılması (Çocuğun duygularına özellikle anne-babanın tercümanlık yapması sayesinde duygusal zeka gelişir)

- “Olduğu gibi” (herhangi bir şarta bağlı olmadan) sevilmek, değer verilmek (sadece “başarılı, uslu,vb. çocuk” olduğunda değil, “başarısız, yaramaz,vb.” olduğunda da sevileceğini bilmek)

- Bağımsızlığına ve geliştirmekte olduğu “kişiliğine” saygı gösterilmesi

- Oyun, hayal dünyası, yaratıcılık, doğallık, spontanlık, merak. (Bu özellikler çocuklarda zaten içsel olarak bulunur. Yetişkinlerin yapması gereken tek şey, bunların köreltilmemesi, engellenmemesidir)


Bu temel ihtiyaçları yeterince tatmin edilen çocuklar, büyüdüklerinde şu özelliklere sahip olur:
- Kendine güvenir
- Kendine değer verir
- Kendine saygı duyar
- Sağlıklı sosyal ilişkiler kurabilir
- Kendi potansiyellerini en iyi şekilde ortaya koyabilir ve kendisini geliştirebilir
- Hayatın zorluklarına cesaretle göğüs gerebilir
- Duygularından korkmaz, onlarla nasıl başedebileceğini bilir
- Kendisiyle ve diğer insanlarla barışıktır
- Kendi ayakları üzerinde durabilir
- Yaratıcı ve üretken olur
- Dışardan bir kontrol olmadan, kendi kendini kontrol edebilir

KİM BÖYLE OLMAK İSTEMEZ Kİ?.....


Uzman Psikolog
Serhat Türktan

SINAV KAYGISI


Eğitimli birçok insan için “sınav” kelimesinin kendisi bile kişiyi bir miktar heyecanlandırmaya ve huzursuz etmeye yetebiliyor. Bu huzursuzluk boşuna değil. Çünkü hayatımız boyunca çok kez “sınanıyoruz”. Okumaya-yazmaya başladıktan sonra sınavlar da başlıyor ve ortaokulda, lisede, üniversitede, yüksek lisans yaparken, bir işe girmeden önce, işe girdikten sonra defalarca sınanıyoruz. İlköğretimden mezun bir kişi eğitim hayatı boyunca yaklaşık 400 sözlü ve yazılı sınava giriyor. Bu sayı bir lise mezunu için yaklaşık 600’ü, üniversite mezunu içinse yaklaşık 750’yi buluyor. Tabii ki sene tekrarlarını hesaba katmıyorum.
Kuşkusuz, bu sınavlar içinde kaygımızı en fazla arttıranlar, hangi lisede veya üniversitede okuyacağımızı, dolayısıyla da geleceğimizi, büyük ölçüde belirleyen “giriş sınavları” oluyor. Mesleki ve akademik geleceğimizin bu her biri 3-4 saat süren sınavlarla belirleniyor olması, öğrencilerin ve ailelerin gözünde bu sınavların ister istemez korku dolu bir “sırat köprüsü”ne dönüşmesine neden olabiliyor.
Bu sınav sürecinde çok yaygın olarak yaşanan duygusal durum, en hafif haliyle “sınav heyecanı” veya “sınav stresi”, en yoğun haliyle de “sınav kaygısı” veya “sınav korkusu” olarak adlandırılabilir. Sınav sürecinde yaşanan “heyecanın”, “stresin”, “kaygının”, “korkunun” yoğunluğu, bu sınava atfedilen anlam ve kişisel özellikler gibi birçok içsel ve dışsal etken tarafından belirlenir
Bizim için çok önemli bir olay söz konusu olduğunda (doğum, iş görüşmesi, sınavlar,vb.) kaçınılmaz biçimde bir miktar “heyecan” yaşarız. Bu, duygularımızın harekete geçmiş olduğunu gösteren son derece sağlıklı ve doğal bir durumdur.
“Stres”, bizi zorlayan olaylar ve durumlar karşısında yaşadığımız bedensel, zihinsel, ve duygusal bir “yüklenme” ve “baskı” durumudur.
“Kaygı”, çeşitli içsel ve dışsal “tehlikeler” karşısında hissettiğimiz bir duygudur.
“Korku” da yine çeşitli tehlikeler karşısında hissedilen, ama kaygıdan farklı olarak kaynağı belli olan bir duygudur. Neden veya kimden korktuğumuzu biliriz ama bizi kaygılandıran şeyin ne olduğunu çoğu zaman tam olarak kestiremeyiz.
Heyecan gibi, korku, kaygı, stres de yoğunluğu belli bir düzeyi aşmadığı sürece genellikle hayatımızı çok olumsuz etkilemeyen kaçınılmaz, doğal, ve gerekli olan duygusal yaşantılardır. Belirli bir düzeyde stres (zorlanma, yüklenme, baskı) olmadan bir işi başarmak ve gelişmek pek mümkün değildir. Örneğin spor yaparken bir miktar zorlanma olmadan kaslarımızı geliştiremeyiz. Öğrenmek için de bir miktar zihinsel zorlanma şarttır. Korkularımız ve kaygılarımız ise, hayatımızdaki tehlikeler ve riskler karşısında hazırlıklı olmamızı veya onlardan uzak durmamızı sağlar. Tehlikeli bir durum karşısında bedenimizin verdiği çeşitli tepkiler (kalp atışlarının hızlanması, terlemek, kanın belli vücut bölgelerine toplanması, vb.), yüzbinlerce yıl önce yaşamış ilk atalarımızdan miras kalan ve bizi “kaçmaya” veya “saldırmaya” hazırlayan bedensel değişikliklerdir. Bu bedensel tepkilere eşlik eden duygularımız ve düşüncelerimiz de insanlığın evrimi boyunca gitgide gelişip karmaşıklaşarak bugünkü halini almıştır.
Sınav sürecinde de bu duyguların hiç yaşanmaması, yapabileceğimizin en iyisini yapmaktan bizi alıkoyabilir. Ancak, bu duyguların belli bir düzeyi aşması da elimizi kolumuzu bağlayarak gerçek potansiyelimizi gerçekleştirmemize engel olabilir.
Hayatımızı somut anlamda tehdit eden doğal afetler, kazalar, açlık gibi çeşitli tehlikeler karşısında neden korku, kaygı ve stres yaşadığımızı anlamak zor değil. Bu tehlikeler karşısında hemen her insan aşağı yukarı benzer tepkiler veriyor. Peki, “sınav” neden birçok insan için bir korku ve kaygı kaynağı oluyor? “Tehlike” nerede? Ve neden herkes sınav sürecinde farklı düzeylerde korku, kaygı ve stres yaşıyor? Bunun cevabı, bizim “sınav”a ve sınavın sonucuna atfettiğimiz anlamda gizli. Sınav, birçok insan için farklı anlamları olabilen çok göreceli bir “tehlike”dir. Sınavda başarısız olmak, kimisi için “işsizlik”, kimisi için “utanç”, kimisi için “yenilgi”, kimisi için “boşa giden emekler” demektir. Sınav sürecinde bizi kaygılandıran, korkutan, strese sokan, ve sonunda da elimizi ayağımıza dolayıp korktuğumuz şeyin (başarısızlığın) önünü açan, sınav sonucuna yüklediğimiz bu pek de gerçekçi olmayan anlamlardır. Sınava belli bir anlam atfederek onu bu denli “korkutucu” hale getiren biz (veya yakın çevremizdekiler) olduğuna göre, bunu (bakış açısını) değiştirmek bizim elimizde. Kendini gerçekleştiren bazı kehanetler vardır: Bir bankanın batacağına ilişkin etrafta dolaşan söylentilerden dolayı insanlar o bankadaki paralarını çekmeye başlar. Ve sonunda banka gerçekten batar! Sınav kaygısı da aynı şekilde kendini gerçekleştiren bir kehanete dönüşebilir. Başarısız olmaktan ölesiye korkup, başarısızlığa giden yolun taşlarını döşeriz.
Sınav kaygısını artıran temel etkenler şunlardır:
1) Sınava girecek olan kişinin, sınav sonucuna atfettiği anlam (başarısız olursam rezil olurum, işsiz kalırım, hayatım mahvolur, kendimi affetmem, vb.)
2) Sınava girecek olan kişinin, kendisiyle ilgili olumsuz düşünceleri ve kendinden beklentileri (ben başaramam, mutlaka başarmam gerekiyor, vb.)
3) Sınava girecek olan kişinin yakın çevresindekilerin (anne-baba, öğretmenler, akrabalar, vb.) sınav sonucuna atfettiği anlam
4) Yakın çevredeki bu kişilerin, sınava girecek olan kişi hakkındaki olumsuz düşünceleri ve ondan beklentileri (sen kesinlikle kazanırsın, sen başaramazsın, yüzümüzü kara çıkartma, vb.)


Öyleyse, sınav sürecinde yaşanan aşırı kaygıyı azaltmak için şunları yapmak gerekiyor:
A) Kendi içimize dönüp, kendimizle (ve gerekirse yakın çevremizdekilerle) yüzleşerek sınavı bu denli korkutucu bir kabus haline getiren düşünceleri, bakış açısını, ona atfedilen anlamı değiştirmek
B) Varolan kaygıyı ve korkuyu geçici de olsa yatıştırmanın ve bedenimizi gevşetmenin kendimize özgü yollarını keşfederek uygulamak (gevşeme egzersizleri, nefes egzersizleri, spor, resim, müzik, yıkanmak, dua etmek, sosyal ilişkiler, kaygıyı yatıştırmanın sayısız yönteminden sadece birkaçıdır. Önemli olan, kişinin kendisi için en çok işe yarayan yöntemi bulmasıdır)

Unutmamak gerekir ki, sınavda başarısız olmak hayatta başarısız olmayı beraberinde getirmez. Ama sınavı bu hayattaki başarımızın ve kişisel değerimizin ölçüldüğü bir ölüm-kalım mücadelesine dönüştürmek, sınav kaygısını ve dolayısıyla da başarısızlığı beraberinde getirir.

Serhat TÜRKTAN
Klinik Psikolog

OKULÖNCESİ DÖNEMDE ÇOCUĞUNUZUN GELİŞİMİ

Gelişim, doğrusal değildir. İleriye sıçrayabilmek için bir-iki adım geri gitmek gibi, gelişimde de zaman zaman geriye dönüşler olabilir. Hem anne-baba için hem de çocuk için sancılı olabilen bu sürecin ardından, çocuğunuzun önemli bir gelişimsel atılım yaptığını göreceksiniz….
Çocuklar, önlerinde bir engel (aşırı kaygı ve korku, aşırı müdahale, ihmal, vb.) olmadığı sürece, sahip oldukları gelişim potansiyelini kendiliğinden gerçekleştirirler.
Her çocuk farklıdır, her çocuğun gelişimi aşağı yukarı benzer bir hatta olsa da büyük ölçüde kendine has özellikler taşır.
İlişki, dans etmeye benzer. Çocuğunuzla ilişki içindeyken de, aynı dans eder gibi, spontan, yaratıcı, ve esnek olmanız gerekir.
Çocuklar, gelişim sürecinde “Hemen, şimdi, her şeyi istiyorum; dünya benim çevremde dönüyor; her şeyi yapmaya muktedirim” düşüncesinden, “Bazı şeyler imkansız, benim ve anne/babamın gücü sonsuz değil, biraz beklemek zorundayım, dünya benim çevremde dönmüyor” düşüncesine doğru evrilir.
Bu yanılsamanın kırılıp “gerçeklik dünyasına” geçiş, büyük bir hayalkırıklığını, çaresizlik, güçsüzlük, ve kaygı duygularını, ve bunun sonucunda da büyük bir öfkeyi beraberinde getirir.
Gelişim, BEDENSEL, ZİHİNSEL, DUYGUSAL, CİNSEL, ve SOSYAL alanda değişimleri içerir. Bu alanlardaki gelişimin tümü ise, KİŞİLİK GELİŞİMİ olarak adlandırılabilir.


SOSYAL GELİŞİM:
· Yaşamın ilk yıllarında anne-çocuk arasında kurulan simbiyotik ilişki, yaklaşık 2-3 yaşlarında çocuğun anneden ayrılma, bağımsızlaşma ve bireyleşme sürecine doğru evrilir (psikolojik doğum). Çocuğun “kendi” tercihlerinde diretmesi, her şeyi kendi başına yapmak istemesi, ve yetişkinlere sürekli “hayır” diyerek tersini yapmak istemesi, bu ayrılma/bireyleşme mücadelesiyle ilgilidir.
· Bu süreçte, çocuğun her şeyi istediği gibi yapmaya muktedir olmadığını fark edip hayalkırıklığı, çaresizlik, güçsüzlük, yetersizlik, engellenme gibi duygular yaşaması kaçınılmazdır. Ve bu duygular, çocuklarda yoğun bir öfke şeklinde dışa yansır.
· Sosyal gelişim sürecinde, çocuklar “benmerkezcilik”ten uzaklaşarak diğerleri ile “empati” kurmaya başlar. Bunun önkoşulu, anne/babaların çocuklarıyla empati kurabilmesidir.
· Çocuklar, yaklaşık 3-4 yaşlarında, hemcinsi ebeveyne yönelik rekabet ve düşmanlık duyguları ile birlikte, karşı cinsten ebeveyne yönelik romantik bir ilgi duymaya başlayabilir. Bu süreçte, çocuğun anneyle veya babayla “ikili ittifak” girişimine anne-babanın prim vermemesi gerekir. Bunun sonucunda, çocuk karşı cinsten ebeveynine olan “aşkından” vazgeçip hemcinsi olan ebeveyniyle özdeşleşme yoluna gider. Bu da, çocuğun cinsel kimliğini sağlıklı bir biçimde oluşturabilmesinin yolunu açar.
· Çocuklar, 3-6 yaş arasında, diğerleriyle “birlikte” birşeyler yapmayı (oyun, vb.), paylaşmayı, ve sosyal kuralları öğrenir. Bu süreçte çocuk hem özerk bir “birey” olarak bağımsızlığını ilan eder, hem de yine özerk bir birey olarak diğer bireylerin arasına, yani topluma, katılır.
· Sosyal rollerin (anne, baba, öğretmen, doktor, polis, vb.) öğrenilmesi ve (evcilik, doktorculuk gibi) oyunların içinde prova edilmesi bu süreçte gerçekleşir.


DUYGUSAL GELİŞİM:
· Çocuklar, duygularını çok şiddetli biçimde yaşar ve birbirine tamamen zıt duyguları bir arada yaşayabilir
· İlk başlarda, yaşadığı duygulara anlam veremez ve onları adlandırıp dile getirmek yerine davranışsal biçimde (ağlayarak, vurarak, küserek, vb.) dışa yansıtır. Zihinsel ve sosyal gelişimi ilerledikçe, temel duygularının farkına varmaya ve onları adlandırmaya, daha sonra da dile getirmeye başlar (duygusal zeka). Bu becerinin kazanılabilmesi için, anne-babanın kendi duygularını tanıyor olması, duygularını dile getirebiliyor olması, ve çocuklarının duygularını onlara “tercüme edebiliyor” olması çok önemlidir.



BEDENSEL (PSİKOMOTOR) GELİŞİM:
· Çocuklar, hızla gelişen bedenlerini keşfetme ve kazandıkları psikomotor becerileri deneme çabasının sonucunda, bazen yetişkinlere anlamsız gelecek veya onları rahatsız edecek şekilde aşırı hareket ederler. Zamanla, bu enerji ve hareketlilik belli alanlara ve belli amaçlara yönelecektir.


CİNSEL GELİŞİM:
· “Melek gibi saf ve temiz” olduğu düşünülen bebeklerin ve çocukların da bir cinsel dünyaları vardır.
· Çocuklar, 3-4 yaşlarından itibaren, erkek/kadın bedeni arasındaki farklılıkları ayırdetmeye ve kendi cinsel kimliklerini oluşturmaya başlar.
· Cinselliğe yönelik artan merakın ve keşfetme çabasının sonucunda, kendi bedenini çevresindeki kişilere teşhir edebilir, cinsel organıyla oynayabilir, cinsellikle ilgili kelimeleri kullanmaya başlayabilir, arkadaşlarının veya yetişkinlerin çıplak bedenlerini gözlemek isteyebilir, arkadaşlarıyla bazı masum cinsel oyunlara girişebilir, ve anne-baba arasındaki cinsel ilişkiyi merak edebilir.


ZİHİNSEL GELİŞİM:
· Uzun süreli ve şematik belleğin gelişimi, sembolleştirme, soyutlama, sınıflandırma, zaman kavramı, akıl yürütme, neden-sonuç ilişkileri, dilin daha etkin ve karmaşık biçimde kullanımı, sayı kavramı, ve hayal ile gerçek arasındaki ayrımın farkındalığı, okul öncesi dönemdeki çocuğun zihinsel gelişiminde önemli kazanımlardır.

Uzman Psikolog
Serhat Türktan

OKULA GİTMEK İSTEMEYEN ÇOCUKLAR

Okula gitmek, birçok çocuk için büyük bir heyecan ve neşe kaynağı olmasına karşın bazı çocuklar okulla ilgili yaşadıkları yoğun bir korku ve kaygıdan dolayı okula gitmek istemez. Bu korkunun ve kaygının ardında birçok farklı etken bulunabilir:
1) Bu etkenlerden en önemlisi, psikolojide ‘ayrılık kaygısı’ olarak adlandırılan, anneden/babadan ayrılmakla ilgili duyulan yoğun kaygıdır. Bazen çocuklar ebeveynlerinden ayrılmanın sadece geçici bir durum olduğunu kavramakta güçlük çekebilir ve bu geçici ayrılığı bir ‘terk edilme’ olarak yaşayabilir. Şunu vurgulamak gerekir ki, ebeveynler de bazen çocuklarından ayrılmakla ilgili yoğun bir kaygı yaşayabilir. Bu durumda, anne/baba ve çocuk karşılıklı olarak birbirlerinin korku ve kaygılarını teşvik ederek büyütür.
2) Çocuğun okula karşı direncini besleyen bir başka etken de, tüm aileyi etkileyen bir krizin/travmanın (aile içi kavgalar, ölümcül bir hastalık, matem, maddi kriz, ev/şehir değişikliği, vb.) veya büyük bir değişlik yaratan bir durumun (ailede yeni bir bebek, ebeveynlerin iş değişikliği, vb.) varlığıdır. Çocukların en çok ihtiyaç duydukları şeylerden biri, evlerine geri döndüklerinde aynı güvenli ve huzurlu ortamın hiç değişmeden onları bekliyor olduğunu bilmektir. Ailenin bir kriz/travma veya büyük bir değişiklik yaşıyor olması, çocuğun eve geri döndüğünde hiçbir şeyi eskisi gibi bulamamaktan korkarak okula gitmekten kaçınmasına neden olabilir.
3) Çocuğun devam ettiği okulda/kreşte varolan büyük çaplı bir değişim (öğretmen değişikliği, sınıf değişikliği, vb.) ve okulda/kreşte çocuğun yaşadığı kimi örseleyici olaylar da (şiddete/aşağılanmaya maruz kalmak veya buna tanık olmak, yalnız kalmak, vb.) çocuğun okula gitmek istememesine neden olabilir.
**********************************
Çocuğu okula gitmek istemeyen anne-babalara bazı öneriler:
a) Okula karşı direncin belirtilerini tanıyarak, sorun daha da kemikleşmeden önlem alın. Bazen çocuklar okula gitmek istemediklerini açıkça dile getirmek yerine, bunu davranışlarıyla ve bazı bedensel işaretlerle (organik bir nedeni tespit edilemeyen baş ağrısı veya mide bulantısı gibi bedensel şikayetlerle, altına işemeye başlayarak, hırçınlık ve inatçılık yaparak, içe kapanarak, yemeyi reddederek, gece kabuslarıyla, anne-babasına eskisinden daha çok yapışarak veya tam tersine onlara küserek, vb.)

b) Çocuğunuzla sık sık konuşarak okula gitmekle ilgili hem olumlu hem de olumsuz duygu ve düşüncelerini dile getirmesine yardımcı olun. Anne-babalar bazen olumsuz duygu ve düşüncelerin konuşulduğu zaman daha da artacağını düşünerek, konuşmaktan kaçınmaya ve konuyu örtbas etmeye çalışırlar. Bu, sadece bir kaçıştır ve sorunu daha da alevlendirdiği gibi, çocuğun duygusal/sözel gelişimini olumsuz etkiler.

c) Konuşmanın yanı sıra, resim, oyunlar, dans, müzik gibi etkinlikler de çocuğun duygularını dışa vurmasına yardım eder.

d) Çocuğun okulla ilgili duygu ve düşünceleri karşısında yargılayıcı, küçümseyici, alaycı, suçlayıcı olmayın. Ancak, başka seçeneğiniz yoksa, çocuğu okula göndermekten hemen vazgeçmeyin. Örneğin, “Evet, korkuyorsun, bizden ayrıldığın için üzülüyorsun, bu yüzden okula gitmek istemiyorsun. Ben de senden ayrılmayı istemiyorum. Ama okula gitmek zorundasın. Yapacak bir şey yok maalesef...” diyebilirsiniz.

e) Bu konuda anne-babanın yanısıra çocuğa yakın olan tüm yetişkinlerin (büyükanne, büyükbaba, vb.) tutarlı ve ilkeli olması çok önemlidir. Çocuğun okula ilişkin en küçük bir olumsuz tepkisinde hemen geri adım atarak sadece bir günlüğüne bile olsa okula göndermemek, daha sonraki günlerde çocuğun olumsuz davranışlarını daha da pekiştirecektir.

f) Anne-babaların da çocuklarından ayrılmakla ilgili korku ve kaygı yaşayabileceğini, ve bu duyguların da çocuğun okula karşı direncini körükleyebileceğini unutmayın.

g) Aile içinde yaşanan ve çocuğun okula karşı direncini güçlendiren sorunlara çözüm arayın.

h) Özellikle okulun açıldığı ilk haftalarda, çocuğun öğretmeniyle daha sık bir araya gelerek işbirliği yapın.

j) Okula gitmediğinde onu cezalandırmak (sevginizi geri çekmek, oyun saatlerini kısıtlamak, vb.) yerine, okula gidişini (sevgi sözcükleriyle, küçük hediyelerle, vb.) ödüllendirin.

k) Bu ayrılığın geçici olduğunu, ve okuldan sonra yine birlikte olacağınızı vurgulayın. Okul sonrası onunla daha kaliteli zaman geçirip, ayrılık acısını telafi etmeye çalışın (birlikte TV seyretmek yerine, oyun oynayın, resim yapın, konuşun, vb.)

m) Her şeye rağmen çocuğunuzun okulla ilgili sorunu devam ediyorsa ve kendinizi çok çaresiz, yorgun, öfkeli hissediyorsanız, bir uzmandan yardım almayı ihmal etmeyin.

Uzman Psikolog
Serhat Türktan

SADECE KADINLARA ÖZGÜ BAZI PSİKOLOJİK SORUNLAR


Cinsel kimliğin temelleri, yaşamın ilk yıllarından itibaren oluşmaya başlar ve neredeyse tüm yaşam boyunca devam eder. Bu gelişim sürecinde, bir “erkek” veya “kız” olarak dünyaya gelen çocuklar sahip oldukları cinsiyete ait toplumsal ve kültürel normları yavaş yavaş içselleştirerek “cinsel kimliklerini” edinirler. Her iki cinsiyetin kendine özgü bazı gelişimsel özellikleri olsa da, belli bir yaşa kadar tüm çocukların gelişimi aşağı yukarı benzer bir rotayı takip eder ve karşılaşabilecekleri psikolojik sorunlar da az çok benzerlik gösterir.
Ancak, yaklaşık olarak 10-15 yaşları arasını kapsayan “buluğ çağı”yla (“puberte”, “erinlik”, veya “ön ergenlik”) birlikte, her iki cinsiyetin kendine özgü farklı gelişimsel görevler iyice belirginleşir ve dolayısıyla da “sadece erkeklere özgü” veya “sadece kadınlara özgü” psikolojik sorunlar görülmeye başlanır.

AYBAŞI KANAMALARI (“MENSTRÜASYON”, “ADET KANAMASI”, “REGL”):
Sadece kadınlara özgü ilk önemli psikolojik sıkıntı, buluğ çağında başlayan ve gerçek anlamıyla “kadın” olmanın ilk göstergesi sayılabilecek aybaşı kanamalarına yönelik olası olumsuz tepkilerdir.
Her kadında sağlıklı ve normal gelişimin bir parçası olan bu dönemin sıkıntılı ya da rahat bir biçimde atlatılabilmesi, adet kanamaları başlayan kız çocuğunun bu gelişimsel dönüm noktasına ilişkin duygularının, düşüncelerinin ve tutumlarının olumlu ya da olumsuz olmasıyla bağlantılıdır. Ve bu da anne-babasının, öğretmenlerinin, yakın çevresindeki diğer yetişkinlerin, ve çocuğun kendi yaşıtlarının bu yaşantıya ilişkin duygularıyla, düşünceleriyle, ve tutumlarıyla doğrudan bağlantılıdır.
Aybaşı kanamalarının başlamasına ilişkin olumsuz (ayıplayıcı, suçlayıcı, aşağılayıcı, vb.) bir tutum takınan anne-babalar ve yakın çevredeki diğer kişiler, çocukların kendi bedenlerine ilişkin olumsuz duygular (utanç, korku, kaygı, nefret) geliştirmesine ve olumsuz etkileri yıllar boyunca devam edebilecek psikoseksüel sorunlar yaşamasına neden olabilir.


AYBAŞI KANAMALARI ÖNCESİ PSİKOLOJİK GERGİNLİK (PRE-MENSTRÜAL SENDROM)
Aybaşı kanamasından 1 -2 hafta önce başlayan gerginlik, sinirlilik, yorgunluk, bunalma, eklem ağrıları, göğüslerde hassasiyet, baş ağrısı, vücutta su tutulmasına bağlı şişlikler ve kilo artışı gibi belirtiler premenstrual sendrom olarak tanımlanır. Bu durum adet dönemindeki hormonal değişimin sonucunda ortaya çıkar ve adet görülmesiyle birlikte sıkıntılar azalarak birkaç günde kaybolur. Premenstrüal sendrom belirtileri bazen çok hafif şiddette, bazen de kişinin iş hayatını ve sosyal ilişkilerini olumsuz etkileyebilecek kadar şiddetli olabilir.


KADINLARDA CİNSEL İŞLEV BOZUKLUKLARI:
Cinsel sorunlar, çiftlerin cinsel hayatlarını olumsuz biçimde etkileyerek ilişkinin genelinde büyük çaplı sıkıntılar yaşanmasına neden olabilir. Ayrıca, sevilmeme, beğenilmeme, terk edilme korkusu, yalnızlık, kendine güvensizlik, yetersizlik, başarısızlık, aşağılık duygusu, suçluluk, küçük düşme, mahçup olma, diğerlerine göre eksiklik gibi duygular yaşanmasına neden olarak kişinin genel ruh halini çok olumsuz bir şekilde etkileyebilir. Kadınlarda en sık görülen cinsel işlev bozuklukları şunlardır:



1) Cinsel birleşmenin olamaması (vajinismus)
Cinsel birleşme sırasında vajinanın dış kısmının aşırı biçimde kasılarak penisin girişini imkansız hale getirmesine, vajinismus adı verilir.
Çoğunlukla, cinsel birleşmenin fazla acı vereceği şeklinde kaygı ve korku dolu bir beklenti ile başlayan cinsel ilişki, vajina kaslarının kasılarak cinsel birleşmeyi imkansız hale getirmesiyle sonuçlanır. Ve sonraki her cinsel birleşme girişimi kadında yoğun endişe, sıkıntı ve korku uyandırmaya başlar. Cinsel birleşmenin olamaması, kadında çoğu zaman yetersizlik, suçluluk, başarısızlık, utanç, terk edilme korkusu gibi duyguların yaşanmasına neden olur.
Sorunun organik ve psikolojik nedenlerinin belirlenebilmesi için, öncelikle kapsamlı bir jinekolojik muayene gerekir. Sorunun psikolojik kökenli olduğu belirlenirse, psikoterapi uygulanır.
Vajinismusa neden olabilecek psikolojik etkenler şunlardır:
- Cinsel ilişkiye yönelik (cinsel birleşmenin çok acı vereceği şeklindeki, vb.) yoğun bir korku, kaygı, evhamlı düşünceler, önyargılar
- İlişkinin genelinde yaşanan sorunlar
- Gebe kalma korkusu
- Bekaretin kaybedilmesiyle ilgili korkular
- Önsevişme ve vajinal kayganlık oluşmadan cinsel birleşme girişimi
- Travmatik bir şekilde yaşanan ilk cinsel ilişki
- Önceki travmatik cinsel deneyimler
- Cinsellikle ilgili olumsuz düşünce ve duygular (“cinsellik pistir, günahtır, vb.”)
- Cinselliğe yönelik aşırı sert anne-baba tutumları
- Yetersiz veya yanlış cinsel bilgilenme
- Cinsel isteksizlik

2) Ağrılı cinsel ilişki (disparoni)
Cinsel birleşme sırasında vajinada basınç, yırtılma veya yanma olarak hissedilen şiddetli ağrıya disparoni adı verilir. Vajinismustan farkı, cinsel birleşmenin çok ağrılı da olsa gerçekleşmesidir.
Bu ağrıya neden olabilecek organik ve psikolojik etkenleri belirleyebilmek için öncelikle kapsamlı bir jinekolojik muayene gerekir. Ağrının psikolojik kökenli olduğu belirlenirse, psikoterapi uygulanır.
Disparoni ile vajinismus’mun yaşanmasına neden olabilecek psikolojik etkenler aşağı yukarı aynıdır.

3) Cinsel isteksizlik ve uyarılma eksikliği
Cinsel isteksizlik ve uyarılma eksikliği, kadınlarda erkeklerden daha sık görülür. Kadınlarda bu sorunun yaşanmasına neden olabilecek psikolojik etkenler şunlardır:
- vajinismus veya ağrılı cinsel ilişki nedeniyle cinsellikten kaçınma ve soğuma,
- erkeğin yaşadığı cinsel işlev bozuklukları (sertleşmeme, erken boşalma),
- kişinin genel ruh halini olumsuz etkileyen psikolojik sıkıntılar (depresyon, kaygı bozukluğu, vb.),
- travmatik cinsel deneyimler,
- cinsellikle ilgili olumsuz düşünce ve duygular,
- ilişkinin genelinde yaşanan sorunlar,
- kadının cinsel ilişkide orgazm yaşayamaması

4) Orgazm olamamak
Kadınlarda orgazmın göstergesi, klitorisin ve vajinanın yeterince uyarılması sonucunda birbirinin ardı sıra oluşan vajinal kasılmalar ve ardından gelen gevşeme duygusudur. Erkekte olduğu gibi, kadında da cinsel zevkin doruk noktasıdır. Erkeğin orgazmına odaklanan ve kadının orgazma ulaşmasının ikinci planda kaldığı ilişkilerde uzun vadede bazı doyumsuzlukların ve gerginliklerin yaşanması kaçınılmaz olacaktır.
Ancak, şunu da belirtmek gerekir ki, cinsel ilişkiden alınan zevki hem erkek hem de kadın açısından sadece orgazma endekslemek çok doğru değildir. Cinsel ilişkinin bütünü keyif vericidir ve “orgazm” da bu ilişkinin sadece bir parçasıdır, varılması gereken nihai hedef değildir.

HAMİLELİK DÖNEMİNDE GÖRÜLEN PSİKOLOJİK SIKINTILAR:
Hamilelik dönemi, annenin ve babanın hayatlarında yepyeni bir rol almaya hazırlandıkları ve tüm ailenin hayatında büyük çaplı bir değişimin gerçekleştiği önemli bir dönüm noktasıdır. Hamilelik bir yandan mutlu ve heyecanlı bir bekleyiş olarak yaşanırken bir yandan da bazı psikolojik sıkıntılara zemin hazırlayabilir. Hamilelik döneminde görülebilen bazı psikolojik sıkıntılar şunlardır:
- birdenbire ortaya çıkıveren hüzün ve ağlama nöbetleri,
- konsantrasyon zorluğu, dikkat dağınıklığı, ve unutkanlık,
- cinsel isteksizlik,
- evhamlı düşünceler ve endişe (kaygı) duygusu,
- aşırı uyuma veya uykusuzluk,
- aşırı iştah veya iştah eksikliği,
- yoğun bir öfke ve hırçınlık,
- yoğun korkular ve kabuslar,
- yoğun bir gerginlik ve huzursuzluk,
- hayata karşı isteksizlik ve keyifsizlik,
- yoğun bir değersizlik ve yetersizlik duygusu,
- geleceğe ilişkin karamsarlık ve umutsuzluk,
- kendine veya bebeğe zarar verme düşünceleri
Bu psikolojik sıkıntıları bazı kadınlar hiç yaşamaz, bazıları çok hafif düzeyde ve zaman zaman yaşar, bazı kadınlar ise çok yoğun bir şekilde ve tüm hamileliği boyunca yaşar. Çocuk doğuracakları için kendilerini tamamen mutlu olmak zorundaymış gibi hisseden ve gayet doğal olarak yaşanabilen bu sıkıntılara anlam veremeyen bazı hamile kadınlar kendilerini suçlarlar, vicdan azabından dolayı yaşadıkları sıkıntıları çevrelerindeki kişilerle paylaşamazlar, ve sonuçta da yaşadıkları sorunlar katlanarak artar.
Hamilelik döneminde yaşan bu psikolojik sıkıntıları tetikleyebilecek bazı olası etkenler şunlardır:
- hamilelikle ilgili hormonal değişimler,
- kadının eşi veya ailesiyle yaşadığı ilişki sorunları ve çatışmalar,
- sosyal ve duygusal desteğin yetersiz olması, yalnızlık hissi
- gelecekle ilgili belirsizlik,
- değişmiş olan bedensel görünüme uyum sağlayamamak, kendini “çirkin” görmek
- yaşam şeklinin değişmesi (işi bırakmak, evde hareketsiz bir yaşam tarzına uyum sağlayamamak,vb),
- “annelik” rolünü almaya hazır olmamak,
- istek dışı gebelik,
- sorunlu yaşanan önceki gebelikler (düşük, kürtaj, ölü doğum, vb.),
- uzun ve stresli bir tedavinin sonucunda gebe kalmış olmak,
- anne karnındaki bebeğin sağlık sorunları,
- riskli ve zor gebelik,
- doğumla ilgili korkular,
- maddi zorluklar,
- yakın zamanda yaşanmış kayıplar,
- annenin kişilik özellikleri,
- geçmişte yaşanmış travmatik (örseleyici) olaylar


HAMİLELİK SONRASINDA GÖRÜLEN PSİKOLOJİK SIKINTILAR:
Bebeğin doğumunu takip eden ilk günlerde çoğu anne (ve baba) çok karmaşık duygular içindedir. Ailenin hayatı birden çok köklü bir biçimde değişmiştir. Anne ve baba kendisini yepyeni bir rol içinde buluverir. Aileye yeni bir üyenin katılmasıyla yeni bir ilişkiler dengesinin kurulması kaçınılmaz hale gelir. Bu değişime uyum sağlamak zorunda olan anne (ve baba), bir yandan tarifi imkansız bir mutluluk ve heyecan yaşarken öte yandan da hiç anlam veremedikleri bazı olumsuz duygular yaşar. Bu gayet doğal ve kaçınılmaz bir durumdur çünkü her köklü değişim kişiyi bir miktar strese maruz bırakır. Ama doğum sonrasında kendisini tamamen mutlu olmak zorundaymış gibi hisseden ve kendisine hiçbir olumsuz duyguyu (hüzün, öfke, kaygı, korku, vb.) yakıştıramayan bazı anneler bu duygularından dolayı kendilerini acımasızca eleştirip suçlarlar, bu duygularından dolayı eleştirilmekten ve yargılanmaktan korkarlar ve bu yüzden yaşadıkları sıkıntıları çevrelerindeki kişilere anlatmaya çekinirler. Bunun sonucunda da, yaşadıkları sorunlar katlanarak artar.
Hamilelik sonrasında yaşanabilen psikolojik sıkıntılar, hamilelik döneminde görülebilen ve bir önceki bölümde belirtilmiş olan psikolojik sıkıntılara benzer. Bunlara zemin hazırlayabilecek olası etkenler de yine bir önceki bölümde belirtilen etkenlerle aşağı yukarı aynıdır.
Bu psikolojik sıkıntılar hamilelik sonrasında bazen çok hafif düzeyde hissedilir, annenin gündelik yaşantısını ve “annelik” rolünü fazla olumsuz bir şekilde etkilemez, ve en geç 1-2 hafta içinde kendiliğinden yok olur. Ancak, bazı durumlarda bu sıkıntılar çok yoğun bir şekilde yaşanabilir, anneye ve dolayısıyla bebeğe zarar verecek duruma gelebilir, ve süresi 1-2 haftayı geçebilir. Her iki durumda da bu süreci daha kolay ve sağlıklı bir şekilde atlatabilmek için bir uzman yardımı alınması gerekir.


MENAPOZ DÖNEMİNDE GÖRÜLEN PSİKOLOJİK SIKINTILAR:
Kadınının düzenli adet kanamalarının ve doğurganlık özelliğinin sona erdiği dönem, menapoz olarak adlandırılır. Menapoz da ergenlik dönemi, hamilelik ve doğum gibi kadının hayatında çok önemli olan çalkantılı bir dönüm noktasıdır.
Menapozun ilk belirtileri, aybaşı kanamalarının düzensizleşmesidir. Menapoz döneminde kadının vücudunda yaşanan hormonal değişimler sonucu aşırı terleme, sıcak basmaları , gerginlik, halsizlik, çarpıntı, uykusuzluk, dikkat dağınıklığı, unutkanlık, ani öfke nöbetleri, aşırı duygusallık, alınganlık, keder duygusu ve çökkün ruh hali görülebilir.
Ancak, bu dönemde yaşanabilen psikolojik sıkıntıların sadece bedendeki hormonal değişimle ilgili olmadığı da söylenebilir. Çünkü menapoz dönemi, çoğunlukla çocukların büyüyüp evden ayrıldığı, çalışma hayatının sonuna yaklaşıldığı, ilerleyen yaşla birlikte bazı hastalıkların arttığı ve fiziksel aktivitelerin azaldığı, kişinin anne-babasının iyice yaşlanıp bakıma muhtaç hale geldiği veya vefat ettiği, kişinin yakın çevresinden birilerinin vefat ettiği bir dönem olarak bazı psikolojik sıkıntıların kaçınılmaz olarak yaşandığı bir dönemdir.

************************

Kadınlara özgü olan tüm bu psikolojik sıkıntıların hiçbiri çözümsüz değildir. Varolan durum (adet kanamaları, hamilelik, menapoz, vb.) belki değiştirilemez ama bu verili duruma ilişkin olumsuz düşünceler, duygular ve tutumlar değiştirilebilir. Bu da, yaşanan psikolojik sıkıntının en iyi çözümüdür. Bu psikolojik sorunları en kısa zamanda ve en az zararla atlatabilmenin yolu ise, hiç çekinmeden ve gecikmeden psikolojik yardım almaktır.


Serhat TÜRKTAN
Uzman Klinik Psikolog

İLİŞKİLERDE ÇATIŞMA VE ETKİLİ İLETİŞİM

“Çatışma”, ilişki içindeki iki insanın isteklerinin ve ihtiyaçlarının birbiriyle uzlaşamaması durumudur.
İnsanların istek ve ihtiyaçlarının başkasınınkilerle tamamen uyuşması imkansız olduğu için, tüm ilişkilerde zaman zaman çatışma yaşanması çok doğaldır.
Önemli olan, çatışma yaşayan tarafların arasındaki ilişkinin/iletişimin kalitesi ve çatışmanın nasıl çözümlendiğidir. İki taraftan birinin ‘kazandığını’, diğerinin ise ‘kaybettiğini’ hissettiği bir çatışmada asıl kaybeden, ilişkinin kendisidir.
“Anlaşmak” için, öncelikle karşı tarafın istek ve ihtiyaçlarını iyice “anlamak” gerekir. Bunu da, diğer tarafı can kulağıyla, yargılamadan, etkin bir biçimde “dinleyerek” (ETKİN DİNLEME) ve kendimizi onun yerine koyarak (EMPATİ) yapabiliriz.
Bundan sonraki adım, diğer kişinin “davranışının” bizim üzerimizdeki somut etkisini, bununla ilgili kendi isteklerimizi, ihtiyaçlarımızı ve duygularımızı diğer kişiye etkili bir biçimde ifade etmektir.
Çatışma konusu olan “davranış” ile “kişilik” birbirinden ayrı şeylerdir. Diğerinin kişiliğini toptan biçimde yargılayarak varolan “anlaşmazlığı” bir “kişilikler savaşı”na dönüştürmemek gerekir.
Örneğin, “Bu sorumsuzluğun beni çileden çıkartıyor. Hep aynısın.” gibi bir ifade, kişiliğe yönelik toptan bir yargı, suçlama, ve genelleme içermektedir. Bu yönüyle, diğer kişinin savunmaya geçmesine ve dolayısıyla da iletişimin önünün tıkanmasına neden olabilir.
Oysa ki, “Sen eve geç gelince ben çok meraklanıyorum, endişeleniyorum” gibi bir ifade, rahatsızlık yaratan davranışın somut tanımını, bu davranışın kişi üzerinde yarattığı somut etkiyi, ve davranışa maruz kalan kişinin duygularını içermektedir.
Elbette kendi duygularımızı ifade edebilmek için, önce kendi içimizde olup bitenlere bakabilmemiz, kendi duygularımızı anlayabilmemiz (İÇGÖRÜ) gerekir.
Çatışmalara damgasını vuran “öfke” duygusu, çoğu zaman başka duyguların (korku, endişe, utanç, vb.) üstünü örten bir perdedir sadece. Dolayısıyla, karşımızdaki kişiye sadece öfkemizi ifade etmek yerine, bu öfkenin altında yatan diğer duyguları keşfedip onları ifade etmek önemlidir
Ancak bu karşılıklı “etkili iletişim” kurulduktan sonra bir pazarlığa ve uzlaşıma varılabilir. Bu uzlaşımda, her iki tarafın da kendi istek ve ihtiyaçlarının “bir kısmından” feragat etmesi gerekebilir. Etkili iletişimin kullanıldığı bir çatışmanın sonucunda uzlaşma sağlanamasa bile, ilişki kazanır!! En azından, her iki taraf da bu konuda ‘uzlaşamadığı’ konusunda anlaşmış olur!! Ve başka çözüm yollarının (üçüncü bir kişi, bir uzman yardımı, vb.) arayışına geçilebilir.
İletişim, karşılıklı bir dansa benzer. İki taraflıdır. Ve bir dansta olduğu gibi, sonuçtan çok (kim kazandı, kim kaybetti, kim hatalıydı, vb.) süreç (her iki taraf da keyif aldı mı, bir şeyler öğrendi mi, vb.) önemlidir.

Uzman Psikolog Serhat Türktan